5 Aralık 2011 Pazartesi

A.C. Grayling: Bir ateist, fundamentalist olabilir mi?

Günümüzün meşhur İngiliz filozof ve yazarlarından olan 1949 doğumlu A.C. Grayling, London Üniversitesi Birkbeck Koleji’nde felsefe profesörü ve Oxford Üniversitesi St. Ann’s Koleji’nin üyesidir.
R. Dawkins’in de içinde bulunduğu ‘Yeni Ateistler’ olarak adlandırılan aydınlanma hareketinin ünlü temsilcilerindendir.
Türkçeye çevirmeye çalıştığım aşağıdaki makalesinin İngilizce orijinalini >burada< ve Andreas Müller tarafından hazırlanan bir Almanca çevirisini >burada< bulabilirsiniz.



Bir ateist, fundamentalist olabilir mi?
Herhangi bir dinî iddiaya inanmadıklarını açıkça dile getirenler hakkında konuşurken, bazı dindarların kullandıkları bir sloganın altında yatan yanılgı ve sanıları yok etmenin zamanı geldi artık: „Fundamentalist Ateist“ sloganı. Fundamentalist olmayan bir ateist nasıl birşey olurdu ki? Doğaüstü varlıkların olmadığına şöyle böyle inanan -belki de tanrının sadece bir parçasının varlığına (tanrısal bir ayak ya da tanrısal bir popo olduğuna) inanan biri mi? Ya da tanrıların sadece bazen (meselâ yalnızca Çarşamba ve Cumartesi) var olduklarına inanan mı? (Bu aslında o kadar yeni birşey de olmazdı, ne de olsa birçok düşünmeyen yarım-yamalak-teist için sadece pazar günleri bir tanrı var). Yoksa fundamentalist olmayan bir ateist, başka insanların evren hakkında son derece yanlış ve ilkel inançlara sahip olmasından, bu inançlara binaen de asırlar boyunca tam olarak aynı yanlış ve ilkel inançları paylaşmayan başka insanları topluca katletmesinden ve hâlâ katlediyor olmasından, hiç rahatsızlık duymayan biri mi?
Hıristiyanlar, „Fundamentalist Ateist“ derken başka şeylerin yanı sıra, halkı (özellikle yaşlı ve yalnızları) inanç tesellisinden, karanlık ruhanî gecelerde şefkatli, görünmez bir koruyucudan mahrum etmek isteyen kişileri ve inançtan ilham alan sanatların nefes kesici güzelliğini (güya) göremeyen kimseleri kastediyorlar. Oysa bu dokunaklı, modern şekliyle Hıristiyanlık, geçmişinin büyük oranında ekseriyetle zorba ve daima ezen bir ideolojinin yepyeni ve oldukça modifiye edilmiş bir versiyonu – haçlı seferlerini bir düşünün, işkenceyi, ‘cadı’ yakmalarını, kadınların sürekli doğurmaya ve boşanılamaz kocalara mahkûm edilmelerini, insan cinselliğinin tahrifini, (cehennem işkencesinden) korkunun bir kontrol aracı olarak kullanılmasını ve Yahudilere atılan iftiraların korkunç sonuçlarını. Bugünlerde ise Hıristiyanlık yumuşatılmış ahenk müziğinde uzmanlaşmış durumda; cehennem tehditleri, fakirlik ve iffet talepleri, çok az kişinin kurtulacağı ve çoğunluğun cehenneme gideceği öğretisi, hepsi rafa kaldırılmış ve yerini tıngırdayan gitarlarla şeker tadında tebessümlere bırakmış. Saf insanlar üzerindeki gücünün muhafazası için, hem de baş dündürücü bir riyarkârlıkla, kendini o kadar çok yeniden icat etti ki, ortaçağlı bir rahip bugün dirilse, Woody Allen'in Sleeper’i gibi, aynı adı taşımasına rağmen tanıyamazdı kendi inancını.
Örneğin: Nijeryalı topluluklara, inancın yüksek gelir sağlayacağı anlatılıyor –aslında X Hazretleri kendi cemaatine girerlerse Y Hazretlerinin cemaatine girmelerinden daha mutlu ve daha zengin olacaklarını söylüyor. İğne deliği ne oldu peki?(1) Ha tabii, doğru ya: Bu ufak boşluğu çoktan kapatmışlardı zaten.(2) Peki ya “Benim krallığım bu dünyadan değil” düstûruna ne oldu? Fakirlik ve tevazunun saadeti nerde kaldı? İngiltere Devlet Kilisesi 1920’li yıllarda ruhanî meclis kararıyla cehennemi resmen kaldırdı; ve yüce Paulus’un kadınların kilisedeki konumu hakkındaki kısıtlamaları (kadınların arka sıralarda sessizce ve başları kapalı oturmaları gerektiğini söylüyordu) o denli rafa kaldırıldı ki, artık kadın papazlar [imamlar] bile var ve yakında kadın piskoposlar da [müftüler] olacak.
Kendini yeniden icat etmekteki riyakârlığı işbaşında görmek için, tâ Nijerya’ya kadar gitmeye gerek de yok. Roma yeterli, en son kaldırılması gündemde olan ebedî hakikat: Araf doktrini, vaftiz edilmeyen bebeklerin ruhlarının gideceği yer. Bu arada bazı kardinallar da prezervatifin kabul edilebilir olduğu fikrini yaymaktalar, elbette yalnızca evliler arasında ve HIV-hastalığının çok yaygın olduğu ülkelerde. İtaatkâr Katolikler hariç herkes için sadece sağduyu gereği değil, aynı zamanda insanî bir emrin icabını teşkil eden bu son nokta müthiş bir gelişme bu bağlamda. Zaten akliselim sahibi Katolikler nesillerden beri Vatikan’daki gerici ihtiyar adamların doğum kontrolü hakkındaki görüşlerini görmezden geliyorlar. Fakat ne yazık ki bütün dinler, taraftarlarını entelektüel bir infantilizm(3) durumunda bırakmaya uğraştıkları için (yoksa nasıl bunca absürtlüğü makûl görebilsinler?), çok yetersiz sayıda Katolik, akliselim sahibi olmayı başarabilmiştir. Sadece çok kısa bir zaman öncesinin İrlandasına bakın, katolikliğin -eğer serbest kalırsa- yol açtığı sefaleti görmek için.
Entelektüel infantilizm: Bu kavram bize dinlerin, bilhassa çocuk beyinlerinin yıkanmasıyla hayatta kalabildiğini hatırlatıyor. İngiliz Kilisesi okullarının dörtte üçü ana okulları ve ilk okullar. ‘İnanç temelli’ okullarını işletebilmek için şu sıralar vergilerimiz uğruna kapışan inançların hepsi biliyor ki, entelektüel açıdan savunmasız üç-dört yaşındaki çocukları aşılamasalar, eninde sonunda pençeleri gevşeyecek. Farklı dinlerin rekabet içerisinde olan -dikkat edin: rekabet içerisinde olan- muhtelif yanlışlarını küçük çocuklara telkin etmek bir tür çocuk tacizi ve kepazeliktir. Gelin dinden çocukları rahat bırakmasını talep edelim, tâ ki büyüyene kadar, ondan sonra kendilerine sunulacak olan dinin temel taşlarını olgunca muhakeme edebilmeleri için. Meselâ: Dinsel beyin yıkama faaliyetlerine maruz kalmamış orta derece zeki bir yetişkine, bir yerlerde görünmez bir varlığın olduğunu anlatın, bir şekilde bizlere benzeyen, istekleri, ilgileri, amaçları, hatırlaması ve öfke, sevgi, intikam hissi, kıskançlık gibi duyguları olan bir varlığı, üstüne de yine bizlere ait bazı zaafların tersini ekleyin, ölümlülük, zayıflık, maddesellik, görünebilirlik, kısıtlı bilgi ve anlayış gibi, ve bu tanrının sihirli bir şekilde ölümlü bir kadını hamile bıraktığını, bu kadının özel bir varlık doğurduğunu ve bu özel varlığın da muhtelif akılalmaz hünerler sergiledikten sonra göğe çıktığını anlatın. Bu hikayenin farklı versiyonlarından birini seçin: Göklerin Kralı, durun bir düşünelim, Danae’yi veya Io’yu veya Leda’yı veya da Meryem’i hamile bırakmış olsun, ve onun gökler için seçilmiş olan yavrusu da Heracles, Castor, Pollux ya da İsa vesaire vesaire olsun. Ya da birbirinin tıpkı aynısı olan bu efsanenin Babil, Mısır veya daha başka bir mitolojideki versiyonunu alın. Nihayet muhatabınıza hangisine inanmak istediğini sorun. Böyle bir insan kesinlikle tek bir cevap verecektir: Hiç birisine.
O halde bir ateist, “fundamentalist” ateist olamamak için, yukarda sayılan saçmalıkların neresine kadar beklemeli? “Ilımlı ateist”, tarih boyunca dinlerin kaç yüz milyon insanda ciddi hasarlara yol açtığıyla ilgilenmeyen biri mi olsa gerek? Sünnilerin şiilere, hıristiyanların yahudilere, müslümanların hindulara, ve bunların hepsinin evrenin görünmez güçler tarafından kontrol edildiğini düşünmeyen insanlara besledikleri antipatiye kıs kıs gülen biri mi? Yoksa (inançlılar için) kabul edilebilir bir ateist, şahsi duaların kabulü amacıyla doğa yasalarının arada bir Tanrı tarafından kaldırıldığına veya bir başkasının ruhunu daha fazla günahdan (özellikle ''inkâr'' günahından) kurtarmak için onu öldürmenin aslında onun kendi faydasına olduğuna inanmanın mantıklı birşey olduğunu düşünen biri mi?
Anlaşılan en iyisi, kimsenin kendini ateist olarak adlandırmaması. Bu terim daha en baştan teistlere bir avantaj sağlıyor, çünkü kendi alanlarında tartışmaya davet ediyor. “Natüralist” daha uygun bir terim; evrenin doğallığını, doğa yasalarınca yönetildiğini kabul eden kişileri adlandırmakta. En açık şekilde, evrende doğa-üstü birşey olmadığı anlamına geliyor - periler, goblinler, melekler, cinler, tanrılar, tanrıçalar, hiç biri. Böyle bir insan kendini ‘a-peri-ist’ veya ‘a-goblin-ist’ olarak da adlandırabilir, aynen ‘ateist’ olarak adlandırdığı gibi, hepsi de aynı derecede anlamlı ya da anlamsız olur. (Oysa çoğu insanlar daha 20. yüzyılın başlarına kadar peri inancının çok yaygın olduğunu unuttular; Kilise bu rakip hurafeye karşı uzun, sert bir savaş verdi ve galip çıktı, özellikle – tahmin edebiliyorsunuzdur – 19. yüzyılın ikinci yarısında kurulan Kilise ana okulları ve ilk okulları sayesinde).
Bu yüzden, teist inançlara sahip olanlar da aynı şekilde “süpernatüralistler” olarak adlandırılmalı ve ondan sonra evrenin doğaüstü varlıklar tarafından yaratıldığı ve ayakta tutulduğu yönündeki alternatif iddialarını kanıtlamak için fizik, kimya ve biyoloji bilimlerinin verilerini çürütmeyi deneyip denemeyecekleri kendi tercihlerine bırakılmalı. Süpernatüralistler dindar olmayan bazı insanların ölümcül bir tehlike anında dua etmeleriyle övünür, ancak natüralistler de buna karşın süpernatüralistlerin genelde bilime çok büyük bir güven duyduklarıyla yanıt verebilir, meselâ hastanede ya da bir uçakta bulundukları anlarda – hem de karşı örnekten çok daha büyük bir sıklıkta. Fakat elbette, herşeyin – hatta inançlarına açıkça ters düşen şeylerin bile – inançları ile uyum içinde olduğu görüşünü savunan süpernatüralistler, bilimin de tanrıdan bir armağan olduğunu söyleyerek tutumlarını haklı gösterebilirler. İşte o zaman da onlara Popper’i anımsatmak gerekir: “Herşeyi açıklayan bir teori hiçbir şeyi açıklamıyordur.”
Son olarak, inançlı kesimce kullanılan, yukarda işlenen konuya benzerliği olan, karakteristik bir safsata türüne daha dikkat çekmekte fayda var: Natüralizmin (ateizmin) kendisini de bir din olarak gösterme çabaları. Oysa bir din, tanımı gereği, süpernatürel güçlere veya varlıklara olan inanç etrafında kurulu birşeydir; yalnızca salt varlıklarına değil, insan türüne karşı olan ilgilerine; yalnızca salt ilgilerine değil, son derece teferruatlıca ilgilenmelerine, insanların ne giydikleriyle, ne yedikleriyle, ne zaman yedikleriyle, ne okudukları veya izledikleriyle, neyi temiz neyi kirli olarak gördükleriyle, kiminle sex yaptıklarıyla, nasıl ve ne zaman sex yaptıklarıyla, ve bunun gibi sayısızca şeyle, örneğin kadınların tüm vücudu kaplayan elbiseler altında görünmez yapılmalarıyla, alınlarına küçük boxların bağlanmasıyla, hiç bitmeyen tekrarlarla hep aynı formüllerin günde 5 defa yinelenmesiyle, birisi yanlış olursa ceza tehditi altında...
Buna karşın natüralizm, tanımı gereği, böyle bir inanç öngörmemekte. Süpernatüral bir şeyin varlığını öngörmeyen her dünya görüşü, bir felsefe veya bir teori ya da en kötü ihtimalde bir ideolojidir. İlk ikisinden biri olursa, en iyi ihtimalde eldeki kanıtlarla kabul edilmesi gerekeni kabul eder, neyi yanlışlayabileceğini bilir ve yeni kanıtlar ışığında değişime açıktır. Bilimin özü budur. Biyoloji veya astrofizik bilimlerindeki rakip teoriler yüzünden savaşların çıkmamış, kırımların yaşanmamış, insanların yakılmamış olması hiç de şaşırtıcı değil. Ve nihayet “fundamental“ kelimesinin isabetli olduğunu teslim edebiliriz: “fundamental akliselim sahibi olmak“ anlamıyla.
(1) İncil’de İsa’nın şu sözü yer alır: “zenginler, deve iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremez” (Markus, 10,25)
(2) Yazar, muhtemelen yine İncil’de yukardaki bağlamda yer alan İsa’nın ‘İnsanlar için imkânsız olan (devenin iğne deliğinden geçmesi) Tanrı için imkânsız değildir’ cümlesini kastediyor.
(3) Bedensel büyüme ve ruhsal gelişme açısından geri kalmanın yol açtığı patolojik durum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder