5 Aralık 2011 Pazartesi

İslam Devleti'nin Kuruluşu

İslam Devleti'nin Kuruluşu

Miladi 610 yılında kendisine peygamberlik ihdas edildiğini iddia eden Muhammed ilk önce iddialarını gizli olarak sürdürüyordu. 4 sene sonra açıktan propagandaya başladı. Ömer ile Hamza’nın da saflarına katılması onu moralman güçlendirmişti, ikisi de tanınmış kişilerdi ve Ömer’in Mekke’deki konumu oldukça önemliydi. Ancak gene de Müslümanlar Mekke’deki varlıklarını ancak aşiret ilişkilerine göre sürdürebiliyorlardı. Ebu Talib olmasa Mekkeliler onları barındırmayacaklardı. 617 yılından itibaren Mekkeliler Muhammed’e boykot uygulamaya başladılar. Bu boykot üç sene sürdü ve Muhammed’i koruyan tüm Haşimoğulları kabilesini de kapsıyordu. Görüldüğü gibi bu ilişkiler din, iman, inanç temeli üzerinde değil, kan bağı temelinde şekilleniyordu. Eski kabile soy yasasına göre kendi üyeleri olan birini korumak en temel hakları ve aşiret yasası idi. 620 senesinde bu boykot kaldırıldı ancak gene de Müslümanların sayısında kayda değer bir artış olmadığı gibi Muhammed’i de ciddiye alan yoktu.
Boykotun kalkması bir şeyi değiştirmedi, aksine Muhammed için hayatı daha çekilmez kıldı. Üçer gün arayla koruyucusu Ebu Talip ve karısı Hatice öldü. Böylece Ebu Talib’in otoritesinin ve Hatice’nin servetinin verdiği prestijden yoksun kalan Muhammed için Mekke’yi terk etmekten başka çare kalmadı. Bir gece gizlice Taif’e gitti. Ve Taif’te de tebligatını sürdürmeye çalıştı. Ancak ummadığı bir tepkiyle karşılaştı. Taif’liler onu ciddiye almadıkları gibi alay da etmişlerdi. Taif’in önde gelen reislerinden biri Muhammed’e şöyle demişti : "Allah, peygamber göndermek için, senden başka kimse bulamadı mı?" Bir başkası, "Vallahi," dedi, "ben hiçbir zaman seninle konuşmayacağım! Çünkü sen, şayet dediğin gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen, senin sözünü reddetmekle kendimi büyük tehlikeye atmak istemem! Eğer, sen 'Allah'ın Peygamberiyim.'diye Allah adına hilâf-ı hakikat konuşuyorsan, o takdirde de ben seninle konuşmaya lüzum görmem!" (İbn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 61)

Bu sözlere karşı Muhammed "Bari konuştuklarımız aramızda kalsın; başka kimse duymasın." dedi. "Memleketimizden çık da, nereye gidersen git! Kavimin ve hemşehrilerin söylediklerini kabul etmeyince, çıkıp bize geldin! Vallahi biz de senden elimizden geldiğince uzak duracağız, isteklerini kabul etmeyeceğiz!" dediler. ( İbn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 61)

Ancak Muhammed’in bu isteği uygun görülmedi ve Taif’liler Muhammed’i kovdukları yetmiyormuş gibi bir de yolun iki tarafına dizilerek onu taşa tutarak kovaladılar. O derece de kovaladılar ki yere düştüğü halde onu tekrar kaldırıp taşa tutarak kaçmak zorunda bıraktılar. Yaralandı ve ayakları kanadı. ( Aslında bu sahneler İsa’nın çarmıhını taşıma sahnesinden bize yabancı değil ) . Sonunda rivayete göre Muhammed kendisini uzaktan akrabası olan bir Taif’linin bağına atarak kurtardı. Utbe ve Şeybe b. Rabia adında iki kardeşti.
Bir süre burada dinlenen Muhammed Mekke’ye doğru yola çıktı. Ancak Mekke’ye Eman’sız girmesi mümkün değildi. Eman Arap kabile geleneğinde (ve tüm eski soy örgütlenmelerinde )
En önemli kardeşlik yasasıydı. Muhammed de Hira’ya vardıgında, Mekke’nin ileri gelenlerinden Mut'im b. Adiyy'in himayesini istedi. Mut'im, isteğini kabul etti ve oğullarını silâhlandırarak, kendisi de beraberinde olduğu hâlde, kendisini Hira'dan alarak Mekke'ye getirdiler. Mut’im ile ne pazarlık yaptılar, ne gibi tavizler verdi, ne vaat etti, bu konuda ciddi bir rivayet yok. Ancak kovulan ve iyi bir gözle bakılmayan birini korumak için silahlanan bir liderin oldukça geçerli sebepleri olması gerekmektedir.

Demek ki o sıralarda Mekke içerisinde Muhammed asla ciddiye alınmayan sıradan bir peygamberdir. Kendisi ile alay edilmektedir, meczup gözü ile görülmektedir. Kendi taraftarları haricinde hiçbir prestiji kalmamıştır. O sırada Habeşistan’a hicret edenlerin toplam sayısı 130 kişi civarındadır. Mekke de kalanların sayısının ise bundan daha az olabileceğini söylemek yanlış olmayacaktır. O sırada Mekke’nin nüfusu ise 25.000 kişidir. O halde yarısından çoğu memleket dışında olan ve perişan bir durumda olan inanırları ile beraber Muhammed’in taraftar toplaması ve yeni dinin yaşaması bir mucizeye bağlıydı.

Tarihte ve doğada mucizelere yer yoktur ama bazen tesadüfler tüm tarihin akışını değiştirebilirler. Doğru zamanda doğru yerde yer alabilen kişiler umulmadık fırsatlardan yararlanabilirler. Ve hiç umulmadık çelişkiler çok farklı mekânlarda başka olayların tetikçisi olabilirler. İşte Muhammed’in yaşamını unutulmaktan ve sıradan bir insan olmaktan alıkoyan ve bu yüzden dünya tarihinin akışını değiştiren olaylar, Muhammed ile hiç alakalı olmayan bir yerde ve onunla hiçbir ilgisi olmayan bir biçimde vukuu bulmuş, onun ve İslamiyet’in kaderinin akışını değiştirmişti. Bu mekân Medine idi ve Muhammed’in Medine ile tek bağlantısı annesinin Medine’ye mensup bir kabileden olmasıydı.

Medine’ye, Muhammed’in Hicretine ve ona yol açan şartlara değinmeden evvel Medine tarihine kısaca bir göz atmakta fayda vardır. Çünkü Medine tarihi ve Medine de gelişen çıkar çatışmaları İslamiyet tarihinin yazılmasında baş etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Medine’nin o zamanki ismi Yesrib’tir.

Bâbil kralı II. Buhtunnasr, M.Ö. VI. yüzyılın baslarında Kudüs’ü işgal edince
oradan kaçan bazı Yahudiler Hicaz’a, oradan da Yesrib’e yerleştiler. Zamanla Yahudiler çoğalarak şehirde hâkimiyeti ele geçirdiler. Yesrib’e üç Yahudi kabilesi yerleşti. Bunlar, Kureyzâ, Nadîr ve Kaynukâoğulları’dır. Yahudiler şehre kaleye benzer büyük konaklar inşa ettiler. Burada hurmalıklar yetiştirip tarlalar oluşturdular. Bunun yanında kuyumculukla, demircilikle ve silah yapımcılığıyla da uğraştılar. Kuzey Arabistan ticaretini ele geçirerek çok zengin oldular.

Sebe diyarının hükümdarı Amr’ın oğlu Sâ’lebe başkanlığındaki Ezd kabilesi, Yemen’den çıkıp Suriye’ye gelerek Gassân bölgesine yerleşti. Sâ’lebe ölünce başkanlık konusunda sorun çıktı. Sâ’lebe’nin oğlu Hârise, diğerlerinden ayrılarak Hayber bölgesine yerleşti. Hârise’den sonra Evs ve Hazrec diye ikiye ayrılan bu kabile daha sonra Yesrib’e yerleşti. Evs ve Hazrec kabileleri Yesrib’e yerleştikten sonra burada Yahudilere tabi olarak yasadılar. Zamanla Yahudilerin baskısına maruz kaldılar. Yahudilerin basına Fidyevn adlı bir hükümdar geçti. Bu kişi Yahudiler arasında evlenen genç kızların ilk gecesini kendi yanında geçirmesini Sart koştu. ( aslında ilk gece hakkı eski Panaluan tipi aile örgütlenmesinin daha sonradan sürdürülen kalıntılarından başka bir şey değildir ) Fidyevn, Hazrec lideri Mâlik b Aclân’ın kız kardeşinin düğününde de bu âdetini uygulamaya kalkınca Mâlik b Aclân onun konağına gizlice girerek onu öldürdü. Kaynaklarımızda bu olayın tarihi M.S. 492 olarak geçer. Mâlik b Aclân Gassânîler’e giderek yardım istedi. Kendilerinin akrabaları olan Gassânî hükümdarı Ebû Cübey’in yardımını alarak Yesrib’e gelip Yahudilerin önde gelenlerini öldürdü. Yahudileri Yesrib’den çıkararak Evs ve Hazrec’i şehre yerleştirdi. Bundan sonra Yesrib’de hâkimiyet Arapların eline geçti. Evs ve Hazrec kabileleri bağımsızlığına kavuştu. Her şeyleri elinden alınan Yahudiler, Yesrib’in dışında uzun yıllar kaldı. Kendilerine kaleler ve barınaklar inşa ettiler. Bu arada Yahudiler iki kardeş kabile arasındaki rekabeti körükleyerek onları yüz yirmi yıl sürecek kardeş kavgasına ittiler. Arap tarihinde iki kardeş kabile arasında bu kadar uzun süren ve birçok savaşa yol açan başka bir çarpışma örneğine rastlanmamıştır.

Az sayıda bir Arap kabilesi Yahudiliği kabul etmiştir. Bunlar Hımyer, Kinâne, Benû Hâris b. Kâ’b ve Kinde kabileleridir. Yesrib’de bulunan Arap kabileleri arasında genelde putperestlik göze çarpmaktadır. Evs ve Hazrec kabilelerinin Menât, Abdulesheloğulları’nın Eshel, Kelboğulları’nın Vedd adlı putları vardı. Onlara kurbanlar keserek hediyeler sunarlardı. Putların isimlerini, çocuklarına “Abdulmenât” seklinde veriyorlardı. Yesrib’de Arapların çoğu Menât’a tapıyordu. Menât’ın siyah tastan yapılmış özel bir yeri vardı. Bu puta tapmanın yanında ona hac ibadetinde de bulunuyorlardı. Fakat Safâ ve Merve arasındaki Say görevini yapmıyorlardı. Merve’nin bulunduğu yerde ihrama giriyorlardı. Haclarını bitirdikten sonra Menât’ın önünde saçlarını tıraş ederek hac ibadetlerini tamamlamış oluyorlardı. Bunlardan başka, aile putları da bulunmaktaydı. Araplar da Yahudiler de kendi içlerinde müstakil bir hukukî birlik teşkil ediyorlardı. Kendi reislerinin dışında hiçbir siyasî otorite tanımıyorlardı.

Savaşlar sırasında Köseye sıkışan Evsliler Mekke’den yardım istemek zorunda kaldı. Mekke’den Ebû Cehil yardımı kabul etti fakat ağır şartlar ileri sürdü. Şartları ağır bulan Evsliler geri dönüp Yesrib’deki Benû Kureyzâ ve Benû Nadîr Yahudileriyle ittifak kurdu.
Buâs savası 617 yılında meydana geldi. Buâs savası, Yesrib’den iki fersah uzaklıkta Kureyzâoğulları topraklarının sınırları içinde, Buâs denilen yerde yapıldı. Savasın sebebi ise, Evs kabilesine mensup birinin, Hazrec’e sığınan bir yabancıyı öldürmesidir. Hazrecliler töre ve geleneklerden dolayı yabancıyı öldüreni idam ettiler. Bu idama Evsliler karsı çıkarak Hazrecliler’e savaş açtı. Evs kabilesinin komutanı Hudayr el-Ketâib,Hazrecliler’in ise Amr b. Numan el-Beyâzî idi. Evs kabilesi, müttefiki olan Benû Nadîr ve Benû Kureyzâ Yahudilerinin desteğini aldı. Bunun üzerine Hazrecliler de Benû Kaynukâ ile anlaştı. Buâs savası beş yıl sürdü. Yapılan savaşta çok insan öldürüldü. Her iki kabilenin birçok önde geleni öldü. Hazrec’in komutanı, Amr b.Numan el-Beyâzî aldığı bir ok yarasıyla öldü. Evs kabilesi bu savaşta galip geldi.Evsliler, İkinci Ficar savası olan Yevm’ü Hadâık savasında kendi adamlarının ölümüne sebep olan Amr b. Numan el-Beyâzî’yı öldürerek intikamlarını aldılar. Evs kabilesinin Hârise kolu bu savaşta tarafsız kalmıştır. Buâs’tan sonra Evs ve Hazrec kabileleri dağılmış, kabilenin önde gelenleri öldürülmüş veya yaralanmıştı. Adeta Medine’nin bir reise ihtiyacı vardı.

Medine de bunlar olurken Mekke’de de Muhammed son derece zor durumdaydı. Mekkelilerin kendisine karşı boykotu sürüyordu. Hamidullah bu zamanı şöyle anlatır : “Yesrib’de iki Arap kabile arasında çıkan amansız kavgada Evs kabilesinden birkaç kişi Hazrec kabilesine karsı kendileriyle ittifak kurması için Mekke’ye geldiler. Bu olay Mekke müşriklerinin Hz. Peygamber’e uyguladığı boykot dönemine rastlamaktadır. Mekke eşrafı Evsliler ile askerî bir anlaşma yapmaya yanaşmadı. Hz. Peygamber, bu heyetle görüşerek İslâm’ı kabul edip kendisini himaye etmesini istediyse de onlar buna yanaşmadılar.” (Hamidullah,İslâm Peygamberi, I, 163)

Hamidullah’ın anlattığına göre Muhammed himaye istiyor ve kabul görmüyor.Evs ‘liler de İslamiyeti ciddiye almıyorlar, çünkü o sırada can derdindedirler ve hayal peşinde koşacak halleri yoktur. İşin ilginç tarafı Muhammed’in akrabaları Evs degil Hazreç kabilesindendirler, Muhammed’in anne tarafı Hazreç kabilesindendir. Bunu bilmesine rağmen Muhammed akrabası olduğu kabileye düşman olan kabileden yardım istemektedir. Bu onun ne kadar zor durumda olduğunu gösterir. Gene Hamidullah’tan devam edelim :

“Bu arada Buâs savası çıktı. Bu savaşta Evsliler Hazrecliler’i yendi. Hz. Peygamber hac mevsiminde Yesrib’den Mekke’ye gelen farklı farklı gruplarla görüştü. On altıncı görüşmesinde nihayet altı kişilik bir heyet Müslüman oldu. Bu grup Hazrec kabilesine mensuptu .” ( age sf 165 )

Dikkat edilirse Muhammed tek çareyi kendi akrabalarında buluyor ve tam 16 kez görüşme yapıyor. Sonunda onları ikna etmeyi başarıyor. Bu kişiler şunlardır. Es'ad b. Zurâre, Avf b. Hâris, Râfi' b. Mâlik, Ukbe b. Âmir, Kutba b. Âmiriab. Bunlardan ilk ikisi Neccaroğullarına mensup idi. Bu kişiler Muhammed ile yaptıkları 16 pazarlık sonucunda İslamiyeti kabul etmişlerdi. Ancak neler konuşulduğu ne gibi anlaşmalar yapıldığı konusunda elimizde bilgi mevcut değil.

Burada sorulması gereken soru bu altı kişinin Muhammed ile anlaşma yapmak ne fayda ummakta olduklarıdır. Öncelikle 16 kez de olsa akraba ve soy bağlarının rol oynadığını söylemek yanlış olmayacaktır. İkinci olarak Arap aşiretlerinin Medine’de Yahudi aşiretleri karşısında güçsüz kalmaları olduğu söylenebilir. Yıllarca süren kabile savaşları Arap aşiretlerini bölerek güçsüz bırakmış ve bu da Yahudilere yaramıştı. Yahudi olabilmek de onlar açısından mümkün değildi, çünkü Yahudi olunmaz, Yahudi doğulurdu. O zamanki birlik anlayışı, ya da birleştirici etken ise yalnızca din ile sağlanmaktaydı. İdeolojik birliği din sağlayabiliyordu. Hazreçliler gerek tüm Arap yarımadasındaki peygamber beklentisinden gerekse de Yahudilerin peygamberlik telkinlerinden buna zaten hazırlıklıydılar.

İlk islamı kabul edenlerden Es'ad b. Zürâre nin de etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu konuda İslam kaynaklarında şu bilgiler verilir :”Medineli Araplar iç-içe yaşadıkları Yahudilerden dolayı vahiy peygamberlik gibi konular hakkında az çok bilgi sahibiydiler. Yahudilerin yakın bir zamanda bir peygamber geleceği konusundaki beklentilerini de biliyorlardı. Çünkü Yahudiler sık sık, "Bir peygamber gönderilmek üzeredir. Onun geleceği zamanın gölgesi düştü. O peygamber gelince biz ona tâbi olacağız. Onunla birlik olup Âd ve İrem kavminin öldürüldükleri gibi biz de sizi öldüreceğiz" diyerek Arapları tehdit ediyorlardı. Bu nedenle Es'ad b. Zürâre Müslüman olmadan önce yeni bir peygamber için hazırlıklıydı. Ayrıca Es'ad az sayıda da olsa varlığını sürdüren Haniflerdendi. İbn Sa'd'ın bildirdiğine göre Allah'ın bir olduğunu söyler, dostlarından Ebu'l-Heysem Mâlik b. Teyyehân ile tevhid inancı hakkında konuşur, tartışırlardı (İbn Sa'd, Tabakât, l, 218; lll, 448).

Medine’ye İslamı kabul etmiş olarak dönen bu kişiler burada İslamiyet propagandası yapmaya başladılar ve ertesi sene hac mevsiminde 12 kişi olarak Muhammed ile buluştular. Buluşma Akabe denilen yerde olduğu için buna Birinci Akabe Beyatı denir. Bu birinci Akabe Bey'atına katılan oniki kişiden altısı bir önceki yıl iman eden kimselerdi. Diğer altısı ise Muaz b. Hâris, Zekvân b. Kays, Ubâde b. es-Sâmit, Yezid b. Sa'lebe, Abbâs b. Ubâde ve Ebu'l-Heysem Mâlik b. Teyyihan idiler.

Birinci Akabe Beyatına kaynaklar şu şekilde yer verir : “ Biz kavmimizi hem birbirlerine karşı hem de kavmimizden olmayan bir kavme (Yahudilere) karşı aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu halde geride bırakmış bulunuyoruz. Umulur ki Allah onları da senin sayende bir araya toplar" diyerek belirttiler. Peygamber ile bir yıl sonra yeniden buluşmak ve bu süre içinde İslâm'ı Medine'de yaymaya çalışma sözü vererek ayrıldılar. Ayrılırken Muhammed yanlarına Mus'ab b. Umeyr'i de kattı. Böylece Mu’sab Medinelilere Kuranı öğretecekti. Mus'ab b. Umeyr'in gayret ve etkisiyle Medine‘nin ileri gelenlerinden Sa'd b. Muaz ve Useyd b. Hudayr Müslüman oldular. Bu iki büyük reisin İslâm'a girmesiyle İslâm, Medine'de bir hayli kabul gördü.

Demek ki birinci beyatın temeli bir devlet kurmak idi. Birinci Akabe Bey'atından bir yıl sonra Medineliler yeniden hac için Mekke'ye geldiler. İçlerinde ikisi kadın yetmiş beş müslüman vardı. Muhammed’in bu defa onlarla ilgi kurması İslâm'ın tebliğinden ibaret değildi. Çok önemli kararlar arifesindeydiler. Buluşma yeri yine Akabe mevkii oldu. Buluşma gizli yapılacak ve hiç kimseye haber sızdırılmayacaktı. Gece yarısına doğru, Medineliler, gayet tedbirli hareket ederek kararlaştırılan yerde toplandılar. Muhammed de amcası Abbas ile birlikte toplantıya geldi. Abbas bu sırada hala daha Müslüman olmamıştır. Toplantıda ilk sözü Abbas alır ve İslami kaynaklara göre şöyle der :

“Ey Hazrecliler, Muhammed'in aramızdaki mevkii bildiğiniz gibidir. Biz, onu düşmanlarından koruduk ve koruyacağız. Kendisi burada, ailesinin yanında, nezdimizde izzet ve ikram içindedir. Fakat sizinle bir antlaşma yapmak ve size katılmak istiyor. Ona verdiğiniz sözü tutmak, kendisine muhalefet edenlere karşı gelmek hususunda azminiz kuvvetli ve sağlam ise buna bir diyecek yoktur. Fakat onu ele verecek, yanınıza geldikten sonra yalnız başına bırakacaksanız, bunu şimdiden söyleyiniz ve onu kendi haline bırakınız.”

Abbas’ın bu sözleri Muhammed’in daha sonra Hz. Sıfatı ile anılacak ve sahabelerden sayılacak amcasını bile ikna edemediğini ve yaşamını kabilesinin soy yasasına uygun olarak sürdürebildiğini bize çok net olarak göstermektedir. Medineliler Abbas’a Muhammed’i koruyacaklarına dair söz verirler. Gene İslami kaynaklara göre Medineliler de bu koruma karşılığında Muhammed’e ne vereceğini sorarlar. O da cenneti vaat ettiğini söyler. Burada cennet iki anlamı ile ele alınmalıdır. Bu dünyada ganimet ve para, öbür dünyada da mutluluk… İkinci Akabe Beyatı ile tarihteki ilk İslam Devleti’nin temelleri atılmış olur.

Bu beyatı takiben Hicret kararı alınır. İlk olarak Cahşoğulları hicret ettiler, bunları takiben Ömer bir grup sahabe ile birlikte hicret eder. Son olarak da Hamza diğer Müslümanlarla birlikte hicrete katılır. En son ayrılanlar Muhammed ve Ebubekir birlikte Medine’ye giderler.

Ancak Medinelilerin tamamının Muhammed’i sıcak karşıladığı söylenemez. Bunlardan Medine’de Hazreç kabilesinin en etkin reislerinden ve Medine’deki Arapların lideri konumunda görülen Abdullah b. Übey b. Selûl ‘un Muhammed’e davranışını Hamidullah şöyle anlatır : “Hz. Peygamber, Yesrib’e ilk geldiğinde Abdullah b. Übey b. Selûl’ün evinin önünden geçiyordu. Abdullah b. Übey b. Selûl’ün evi, Benû Neccâr ile Benû Sâide kabilelerinin evlerinin arasındaydı. Hz. Peygamber, Abdullah b. Übey b. Selûl’ün kapısının önüne geldiğinde onun evine girip oturmak istedi. Abdullah b. Übey b. Selûl’den davet edilmeyi bekledi. Abdullah b. Übey b. Selûl evinin önüne kurulmuş, bacağını bacağının üzerine atmış ve omzuna sal giymiş vaziyette oturuyordu. Hz. peygamber’in oturma isteğini reddederek ona: “Git o seni davet edenlerin evinde kal.” dedi. (Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 192

Siyasi bir kişilik olarak Muhammed devletini kurabilmek için ona inansın ya da inanmasın kabile liderlerine her türlü tavizi vermiş ve genellikle de ganimet silahını iyi kullanmıştır. Bu açıdan Abdullah b. Übey b. Selûl’e davranışları çok önemlidir. Abdullah b. Übey b. Selûl’ün liderlik durumuna su hadise de ışık tutmaktadır. Hz. Peygamber, hicretin ilk günlerinde evinde hasta yatan Sa'd b. Ubâde’nin ziyaretine gitti. Yolda Abdullah b. Übey b. Selûl’le karşılaştı. Onu ve beraberindekileri İslâm’a davet etti. Abdullah b. Übey b. Selûl, Hz. Peygamber’e tebligini kendini Medine’ye davet edenlere yapmasını istedi. Hz. Peygamber de kendine söylenenleri Sa'd b. Ubâde’ye anlattı. O da: “Ya Resulullah, onun kusuruna bakma, sen bize gelmeden önce biz onu krallığa hazırlıyorduk. Onun için Yahudi sanatkârlara islemeli tacının ve giysisinin boncuklarını dizdiriyorduk. Bundan dolayı senin, onun krallığına gölge düşürdüğüne inanıyor. Tepkisi de bu yüzdendir. Lütfen onun kusurunu mazur gör.” dedi (İbn Hisam, Sîret, II, 304)

Nitekim Selül bu tavrına rağmen Bedir savaşından sonra Müslümanların gücünü ( ganimetler olarak okuyun ) görür ve Müslüman olur. Ancak hiçbir zaman kalben Müslüman olmaz ve aslında müşrik olarak nitelendirilenlerin başında yer alır. Buna rağmen Muhammed ona saygıda kusur etmez. Müslüman olduktan sonra Mescit’te onun makamına hürmeten ona özel bir yer ayrıldı. Her cuma günü gelir o makamda otururdu. Buna kimse itiraz etmezdi. Peygamber’in cuma günü hutbesinden sonra Abdullah b. Übey b. Selûl ayağa kalkar: “Ey insanlar, Allah’ın aranızda bulundurduğu, sizi onunla şereflendirdiği Resulünü dinleyiniz. Ona itaat ediniz.” der otururdu.

Uhud savaşına katılan İslam ordusu 1000 kişidir. Abdullah b. Übey b. Selûl bu savaşta 300 kişilik kuvveti ile yarı yolda orduyu terk eder. Ebû Âmir, yüz eli kişilik grubuyla Ebû Süfyân’ın ordusuna katılır. Muhammed’e kalan gerideki 550 kişidir. İşte bunca zamandır toplanan İslam ordusu bu kadardır ve bu savaşta yenilirler. Elbette ki 550 kişilik bir güç ile Selul ün 300 kişilik gücüne hürmet duymak zaruridir ve çıkar birliği ve ittifaklar siyaseti açısından gereklidir. Gene de bu savaş sonucunda Selül’ün mescitteki koltuğunu Müslümanlar dışarı atarlar. İslamiyet’in ilk döneminde, bir egemene herkesten farklı olarak sırf gücünden dolayı bir koltuk tahsis edilmesi ise İslamiyet’in esas çizgisi ve sınıfsal temelinin en büyük göstergesidir aslında.
Gene İslam birliği ve İslam inancını sorgulamak için önümüze çıkan başka bir örnek Benû Mustalık gazvesinde görülür. Benû Mustalık gazvesi için hicretin altıncı yılının saban ayında, Peygamber, yerine Zeyd b. Hârise'yi vekil bırakarak yedi yüz kişilik bir orduyla Medine’den yola çıktı. Benû Mustalık gazvesi dönüsünde Müreysî suyunun basında ordu konaklarken Muhacirler ile Ensar arasında münakasa oldu. Cahcah ile Sinan b. Veber el-Cühenî kuyudan su çekerken kovaları karıştı ve anlaşmazlık çıktı. Sinan, Abdullah b. Übey b. Selûl’ün müttefiki idi. Cahcah, Sinan’a vurunca Sinan'ın yüzünden kan akmaya başladı. Bu sırada Sinan: “Yetiş ey Ensar topluluğu!” diye bağırdı. Cahcah da: “Yetisin ey Muhacir topluluğu!” diye bağırdı.

Bu kadar basit bir mesele için birbirleri ile kavga eden bir topluluk için çıkar ilişkilerinden başka birleştirici bir güç söz konusu olabilir mi. Nitekim bu çatışma daha peygamber ölür ölmez tekrar su yüzüne çıkmış ve hilafet için Muhacir ile Ensar birbirine girmiştir.

Bu arada Âise’nin rivayet ettiği bir hadise yer vermek uygun olacaktır.”Allah, Buâs savasıyla peygamberine ortam hazırlamıştır. Söyle ki, Buâs’tan sonra Evs ve Hazrec kabileleri dağılmış, kabilenin önde gelenleri öldürülmüş veya yaralanmıştı. Adeta Medine’nin bir reise ihtiyacı vardı o da Hz. Peygamber idi.” Zebidî, Tecrîd-i Sahîh, X, 6–7.

İşte sınıflar mücadelesi esnasında hiç alakası olmayan olgu ve çelişkiler umulmadık sonuçlara yol açabiliyor. İslam Devleti esas olarak Medine’deki kabileler arası çelişkilerin yol açtığı ortamda kurulma şansını yakalayabiliyor. Her ne kadar yaradılışçılar tesadüf kelimesine son derece karşı iseler de yukarıda izah etmeye çalıştığım sebeplerden dolayı İslamiyet’in bir rastlantı sonucu bugünkü durumuna geldiği görülüyor. Ama artık bu rastlantıyı Allah’a mı havale edersiniz yoksa sınıflar mücadelesinde mi ararsınız ona siz karar vereceksiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder