5 Aralık 2011 Pazartesi

K.H.Ohlig: İslamın Ortaya Çıkışı ve Erken Tarihi

Avrupa'da müslüman nüfusun artışı ve bu artışla beraber Avrupalıların İslam yaşam biçimiyle kendi topraklarında tanışmış olmaları Avrupalı bilim insanlarının, araştırmacılarının İslam dinine merakla dolu eleştirel bir tutum almalarını kaçınılmazlaştırdı. Daha fazla araştırmacı, tarihçi ve bilim insanının "dışardan" islama bakmaları ve yüzyıllardır alıştıkları bilimsel yöntemlerle İslam'ı mercek altına almaları ilginç olguların ortaya çıkmasını tetikleyecek demekti, nitekim de öyle oldu.


İslam'la büyümüş dünyaya bakış açısı geleneksel olarak islamla şekillenmiş bizlerin kolaylıkla gözünden kaçabilecek ilginç sonuçlara, ayrıntılara ve kanıtsız gerçekler diyebileceğimiz ön kabullerimize kısaca sağ duyumuza ters olgulara ulaşmaları çok sürmedi.

Klasik islam tarihi Muhammed Mustafa'nın hayatı, peygamber oluşu ve vahiyle aldığı ayetlerle oluşturulmuş Kuran gerçekliği ile başlar, en yakın "müritleri" olan 4 halife dönemi, Emevi hanedanlığı ve bu hanedanlığın anti-tezi Abbasi İmparatorluğu ile devam eden tarihsel bir süreci anlatır. Ve tabi ardından tarih sahnesine çıkan Türkler ve Osmanlı İmparatorluğu ile devam eder.

İslamın kurucusu Muhammed Mustafa hakkında oldukça ayrıntılı biyografi(ler) vardır. Doğumu yaşamı, eşleri, çocukları, ve hatta günlük yaşamı ayrıntıları ile bilinir gözükmektedir. Ancak ilginç olan bu ayrıntılı biyografinin onun ölümünden 153 yıl sonra vefat eden İbni İshak'ın Kitab-ül Meğazi adlı eserine dayandırılmasıdır. Daha da ilginci Kitab-ül Meğazi'den ibni Hişam (??? - 829/834)vasıtasıyla haberdar olmamızdır. Güçlü bir sözel aktarım geleneğine sahip Arap kültüründe bu anlaşılır bir şey" denilebilir.

Ama yine klasik islam tarihine göre Muhammed'in yaşadığı dönemde tüm Arabistan Yarımadasını ve 4 Halife döneminde de Anadolu'nun neredeyse yarısını, Mısır'ı, İran'ın tamamını ele geçirmiş olan İslam devleti ve onun ideolojik, siyasal ve toplumsal dinamizmini yaratan İslam dini ile ilgili "tarafsız" herhangi bir belgenin, kaynağın olmayışı (en azından şimdilik ortaya çıkmamış olması) bu savunmayı zorlaştırmaktadır.

Bahsedilen tarihsel süreç içerisinde Sasani devletinin islam akıncıları tarafından yıkıldığını bu nedenle Sasanilere ait kaynakların yok edildiğini düşünsek bile İstanbul'un fethi ile son bulan Bizans İmparatorluğu kayıtlarında yeterli doygunluğu verecek kadar belgenin elimizde olması gerekmez miydi ?

Genişlemesini Bizans İmparatorluğunun topraklarının fethedilerek küçülmesi ile sağlamış görünen bu yeni güç hakkında neden en erken 8.yy başlarında kayıtlara rastlıyoruz ? Tüm 7.yy'da olup bitenler üstelik de kendi aleyhlerinde olduğu halde Bizans kayıtlarına girmemiş olsun ki ? İlk elden müslümanlarla karşılaşmış olan Kudüs kilise örgütlenmesi, daha kuzeyde yazılı bir geleneği sürdüren Süryani kilise ve kültürü neden tarihe hiç bir kayıt düşmemişlerdir ?

Bu özet yazıda Ohlig'in sonuca ulaşmayan ancak sorular sorarak cevaplar bulmaya çalıştığı İslam tarihinin yeniden kurgulanmasını düşündürecek çalışmalarını öğreneceğimizi umuyoruz.

T.D Sitesi


İslamın Ortaya Çıkışı ve Erken Tarihi


İslam bir milyardan fazla inanırı ile dinamik büyüyen bir dindir. Kendisini Tanrı tarafından gönderilen, rivayete göre 570- 632 yılları arasında Arabistan Yarımadasında yaşamış olan Muhammedin (muhammad) kurduğunu belirtir. Onunölümünden sonra başarılı bir askeri ve dini tarih başladı. Yayılmacı savaşcıları bulundukları bölgedeki iki büyük imparatorluğa, -Bizans ve Sasani (Pars) İmparatorluğu- karşı koyabildi.Bir kaç on yıl içerisinde hakimiyeti bütün Yakın Doğudan Hindistan sınırına kadar erişebildi. Mısır ve Kuzey Afrika fethedildi, İspanya’ya ve Güney Fransa’ya kadar erişildi.

Bu operasyonlar, Muhammedin politik önderliğini takip eden halifeler tarafından yönetildi: Önce (661 yılına kadar) sonradan Dört Halife olarak adlandırılanlar tarafından, sonra 750 yılına kadar, başkenti Şam’a taşıyan Emeviler tarafından. Ve nihayet 8. yüzyılın ortalarından itibaren ise Bağdat merkezli Abbasiler tarafından.

Muhammed öğretisini sözlü olarak bildirdi. Bunlar dinleyiciler tarafından hafızalarda tutuldu, kemiklere ve hurma yapraklarına kaydedildi. İslami rivayete göre bu materyallar üçüncü halife Osman (Othman, Uthman) toplatıldı, Zaid ibn Thabit’in başkanlığında bir komisyon tarafından 650-656 yılları arasında, yani Muhammedin ölümünden 18-24 yıl sonra bu gün elimizde bütün olarak bulunan haline getirildi Halife Osman geri kalan tüm versiyonları yasakladı. 1925 yılında Kahirede basılan Kuran'ın (Kahire Kuranı), -ki Kuran tefsirlerinin temelini oluşturur- Osman’ın Kuranına denk geldiği iddia edilir.

Batı Kuran araştırmaları bu güne kadar hala müslüman geleneğini takip ediyor.Hans Zirker bu ortak görüşü şöyle formüle ediyor: "İncil ile karşılaştırıldığında Kuran kısa ve homojen bir oluşum süresine sahip. (…) Muhammed'in ölümünden yaklaşık 20 yıl sonra kitap haline geldi. Bu günküler onun bir kopyasıdır. Vahiylerin, Muhammede gönderildiği şekliyle otantik olarak Kurana girdiğinden, bir kaç istisna haricinde, müslüman olmayan bilim adamlarının dahi şüphesi yok."(1)

Rudi Paretin fikri de bu yöndedir: "Kurandaki bütün ayetler içinde herhangi bir tanesinin dahi Muhammed tarafından dikte edilmediğini kabul etmek için bir nedenimiz yok."(2)

Tarihsel Sorunlar

Müslüman geleneğinin benzeri olan batılıların bu ortak görüşün temellerini hiç bir tarihci kabul edemez. Arap peygamberi Muhammed hakkındaki “bilgiler” ilk olarak dört “biyografik eserde”mevcut. Ki bunlara ancak 9. ve 10. yüzyılın başlarında erişilebiliyoruz. Sonuncusu ise, Tabari’nin Yıllıklar’ı, Arapların yayılması, imparatorlukları ve halifelikleri hakkında sözlü iletileri içeriyor.

Bu “biyografiler” efsanevi materyal sunuyorlar: “Gerçek tarihi kalıntı çok az. Kurandaki imalar yardımıyla dallandırılıp büyütülüyor.”(3) Her şeyden önce Muhammed ve İslamın başlangıcına dair görüşler, Muhammedden ikiyüz-üçyüz yıl sonra ortaya çıkmış olduğundan, bunlar ancak 9. ve 10. yüzyılın yazarlarının düşüncelerine şahitlik yapabilirler ama, çok geride kalan bir zaman için kaynak değiller.

Muhammedin ölümünden sonraki iki yüzyıl için eşzamanlı islami edebi yazı mevcut değil. Bu durum genellikle bildirilmiyor. Josef van Ess bir istisna. İslamiyetin 2. ve 3. yüzyılını üzerine altı ciltlik araştırmasında, İslamın birinci yüzyılı hakkında elde sadece bir kaç sikke ve yazıttan başka bir şey bulunmadığından dolayı bu yüzyılı incelemeye almadığını belirtiyor. "Aynı sorunları” tesbit ettiği halde 2. yüzyıldan başlıyor. (4) Karşı taraf olan Bizanslılar da arapların yeni bir dini temsil ettiklerini belirtmiyorlar.

İslam Hakimiyeti Altında Hıristiyan Literatürü


Ama Arap hakimiyetindeki hıristiyanlar – Suriyeliler, Yunanlılar, Mısırlılar – bu iki yüzyılda sadece manastır ve kliseler kurup Çine kadar misyonerlik yapmadılar. Geriye zengin bir literatür de bıraktılar: Kronikler, mektuplar, vaizler, ruhani kararlar, apokalipsler (Ç.N.: kıyamet tavsirleri). Her şeyden önce de teolojik eserler. Ama bunlar genellikle günlük işlerle ilgiliydi: hıristiyanların kendi aralarında tartışmaları, Chalkedonier’ler Monophisitler’e karşı, Monerget’ler Monothelet’lere karşı, Suriyani hristiyan görüşü, Yunanlı hıristiyan görüşüne karşı vs.

Bu yazılarda çok seyrek olsa da ara sıra yeni Arap egemenliğinden söz ediliyor. Arap sözcüğünü pek kullanmıyor, çoğunlukla, “islam öncesi” zamanlarda da olduğu gibi, ya Sarazen (çadırda yaşayanlar, haydut, göçebe) diye adlandılıyorlardı ya da 4. yüzyıldaki Hieronimusdan beri alışıldığı gibi – ki zamanında kainat hakkındaki “bilgiyi” temsil ediyordu – İsmali’ler veya Haceri’ler diyorlardı (Genesis 16’ya dayanarak, İbrahim’in Hacer’den olan oğlu İsmail’in soyu anlamında).

Bunlardan Genesis “çölde” oturanlar diye bahseder (Gen. 21, 9 – 21; 25, 12 – 18) . Bazan “Arabistan” ile de ilşkilendiriliyorlardı, ama bununla Arap Yarımadasını değil, Mezapotamya'daki Arabistan'ı veya 106 yılnda Roma'lılar tarafından fethedilen, Şamdan Kızıldeniz'e kadar uzanan Nabataer Bölgesini (provincia Arabia) kastediyorlardı. O zamanda yaşayanlar bir İslam yayılmacılığından/işgalinden bahsetmezler. “Arap” hükümdarı Muaviye zamanında Arap Hükümdarlığını överlerken, Abdulmelik zamanından bir yük ve Tanrının bir cezası gibi bahsediyorlardı. Apokalipsler de daha da ileri gidip, ancak beklenilen Deccal hükümdarlığı tarafından aşılabilecek bir kötülükler toplamından bahsediyorlardı.

Arabların yeni bir dininden ise hıristiyan kaynaklar bahsetmiyorlar. Nadir hallerde, özel bir Tanrı anlayışından bahsediliiyor: Tanrı birdir ve benzersizdir/ortaksızdır ya da isevi anlayışta olduğu gibi, İsa Tanrının oğlu değildir. Bu yüzden olsa gerek, babası uzun yıllar yönetimde yer almış olan, Araplar'ı iyi tanıyan Şamlı Johannes (ölümü 750 civarı) İsmali’lerin dinini hıristiyanlıkdan sapanlara (Ç.N. bir hristiyan mezhebi anlamına da gelebilir) dahil ediyordu.

İznik Konsili öncesi Kuran'ın süryani teolojisi.


İznik konsili öncesi süryani teolojisi Kuran'ın temel önermeleridir. Kuran'da muhammed terimi sadece dört defa bulunmakdadır. Bunların sadece birisinde, sonraları eklenmiş bir bölümünde, kesinlikle bir arap peygamberi kastedilir. Kuran'da İsa 24, Meryem 34, Musa 136, Harun 20 sefer anılır. Kuran'ın teolojisi doğru tanrı anlayışı ve hristiyanlık noktalarına odaklanmıştır. Sık sık, Tanrının tek olduğu, benzersiz/ortaksız olduğu vurgulanır. Yani Tanrı İkiliksiz, Üçlüksüzdür (DMA: Üçlü Birlik= teslis). Mesela 112. surede vurgulanır: “1 De ki: O tekdir, 2 dört dörtlük Tanrıdır(?), 3 doğurmadı, doğurulmadı.. 4 kimse ona eşdeğer/benzer değildir.” İsa için, Tanrının oğlu olmadığı, mesih, kul/hizmetci, elçi ve peygamber olduğu söylenir. Mesela sure 4, 171: İsa mesih, Meryem'in oğlu, sadece Tanrının elçisidir, Meryem üzerinden size ulaştırdığı (Tanrı’nın) sözü ve onun (Tanrı’nın) ruhundandır. (...). Tanrı tekdir (...) çocuk sahibi olmakdan (münezzehdir) .“

Bu teoloji ve hristiyanlık yeni bir şey değil. Tersine eski süryani hristiyanlığı tarafından temsil ediliyordu. Kuzey Suriye Teolojisinde “monarhianizm”in öğretildiği biliniyor. Devlet iktidarına dayanan unitarist, monoteist bir öğreti. Dinamik monarhianizme göre, İncil’deki Tanrının sözü ve Tanrı’nın ruhu önermeleri, tek ve aynı Tanrı’nın etkilerinin dışa yansımasının işaretleri, Tanrının kuvvetleri olarak anlaşılması gerekiyor. Buna göre İsa bir insandır. Etiklik yönünden kendisini diğer insanlardan daha fazla ispatlayan bir insan. Onun peşinden gidenlerinde yine kendilerini ispatlayabilecekleri, ispatlamak zorunda oldukları düşüncesi. Bir antiochenisch (Ç.N.: Antakya usulü?) liyakat/yararlılık (Ç.N.: kendini ispatlama, çile çekme, çileye dayanma anlamına da gelebilir) hristiyanlığı.

Havari Babaları
 isimli kutsal metinler listesi en eski tanrıya yakarış yazmalarından oluşur. Bunlardan birisi, 2. yüzyılda Suriye’de yazılmış olan Didache (Ç.N. 12 havarinin öğretisi) İsa’yı “Tanrı’nın kulu/hizmetcisi” olarak isimlendirir. Diğer birinde, Martyrdom of Polycarp’da ise Tanrı, “bu sevilmiş ve övülmüş kul/hizmetci İsa’nın babası” olarak anılır (Aynı isimlendirme 97 yılında Roma’da yazılmış olan Clemens’in birinci mektubunda da geçer.). Tanrı anlayışı bu gelenkte monarhistdir: İsa “sadece“ Tanrı’nın bir kulu/hizmetcisidir(6).

Fırat yakınlarında Samotadaki piskopos Paul (ölümü 272), İsa’nının Tanrı’lığını reddediyor ve ekliyordu “Eğer Tanrının Oğlu bir Tanrı olmuş olsaydı Tanrılar bunu bildirirlerdi”(7). Paul’un öğretisi; İsa bize eşit bir insan , ama üzerindeki “rahmetinden dolayı” “her yönüyle daha iyi” bir insan(8).

Yunan Kilisesinde ise İsa’nın Tanrının Oğlu olduğu, Tanrı sözünün yeniden doğuşu olduğu görüşü hükmediyordu ve 325 yılında, İznik Kararları ile resmileştirildi: Oğul “Tanrıdan bir Tanrı, ışıkdan bir ışık, gerçek Tanrıdan bir gerçek Tanrı, doğurulan, yaratılmayan”dı, daha da ileri giderek “babaya eşdeğer”di.

Fırat’tan Hindistan’a kadar uzanan Pers Hükümdarlığındaki kiliselerin büyüğü olan Doğu Süryani Kilisesi, Roma İmparatorluğu’ndaki bu tartışmalara katılmıyordu. Önun öğretisi İznik Konsili öncesinin teolojisi idi: Tanrı tekdir (hükümranlık sadece ona aittir). İsa onun elçisi, kulu/hizmetcisi, peygamber ve mesihdir. Ancak 410 yılında, baskıyla, sasanilerin başşehri Seleukia-Ktesiphon’da (bugünkü Bağdat yakınında), kendisini otonom bir kilise görmesine rağmen, ruhani meclisinde İznik Konsili karalarını kabul etti. Tanrıya eşdeğer olan Tanrıoğlu düşüncesinin Doğu Süryani Kilisesinde yayılabilmesi çoğu bölgelerde 6. yüzyıla kadar sürdü.

Mesela Suriye teoloğu olan Aphrahat’ın (ölümü 345 yılında) İznik Kararlarından haberi yoktu. „Tanrılığın kutsal ismi, Tanrıya layık adaletli insanlara da verildi. Tanrı sevdiği insanlara „oğullarım“ „arkadaşlarım“ diye hitap etti.“ Örnek olarak Musayı, Süleymanı, bütün İsrail Halkını gösteriyordu. „Onu (İsa’yı) biz Tanrı diye adlandırdık. Onun (Tanrı’nın) Musayı kendi adıyla isimlendirdiği gibi.(9)“ Yani Aphrahat’ın görüşüne göre de İsa Musa’dan daha fazla veya değişik bir şekilde Tanrı’nın Oğlu değildi.


Pers sürgünlerinin rolü
Peki ama bu eski Suriye teolojisi Doğu İran'da nasıl daha da güçlenerek ayakta kaldı, korundu? Pers Hükümdarları, Partlar ve Sasaniler, Tevratta tanıdığımız Asurların ve Babilonların sürgün geleneğini devam ettirdiler. Fırat nehri sürekli olarak Roma İmparatorluğuna sınır olarak kalsa da, Akdenize kadar uzanan kısa süreli fetih savaşları ve peşinden şehir halkının sürgün edilmesi sık sık oldu. Sürgün edilenler,-ki içlerinde hıristiyanlar da vardı- doğuda çok uzaklara yerleştirildi Bir seferinde Antakya'nın tüm şehir halkı (10).

241 yılında, Dicleden kuzeye, Fırat'a kadar uzanan Arabiya krallığının Dicle yakındaki başşehri Hatra da Sasanilerin eline geçti. Bura halkı ve daha fazla halk grupları Arabiyadan sürülerek doğuda çok uzaklara yerleştirildi. Tahminen Marvda (bugünkü güney Türkmenistan) yaşamaya zorlandılar. Bunların arasındaki aramanlılar, belki arap hıristiyanları da, yeni yurtlarında, izole edilmiş durumlarıyla, eski hıristiyanlık geleneklerine devam edip geliştirdiler. Sonraları Pers İmparatorluğundaki doğu Suriye büyük klisesi İznik Kararlarını , zamanla da Roma İmparatorluğunun başka kararlarını kabul etmiş olsa da, bunlar (Ç.N.: sürgünler) soylarının getirdiği Hıristiyanlığı korudular. Kuran geleneğinin Suriye başlangıcını o zamanın sürgünlerinde aramak gerekir.

Doğu İrandan kaynaklanan Kuran öğretileri, en azından temel oluşturan bir bölümü, batıya erişti. Abdulmelik, -ki kendisi Marv'lıdır- ve oğlu Velid zamanında devlet doktrininini oluşturup Arapçaya çevrildi. Kuranın Allah önermelerinin çoğunluğunun "teklik" olması böylece anlaşılımış oluyor, çünkü İznik'in kutsallık ruhuna pek değinmiyor. Sadece Kuranın sonraları ortaya çıkan ve seyrek bazı yerleri Üçlü Tanrı düşüncesine karşı çıkıyor.

Kuranın Allahı eski Suriye Hristiyanlığının erken çağının düşünceleriyle direk ilişkilidir. Bunlar Kuran teolojisinin çekirdeğini teşkil ederler. Zaman içerisinde ama diğer başka materyallar da eklendi.

Sikkelerin ve Yazıtların Tanıklığı


O zamanların tarihini tekrar yapılandırmak için eşzamanlı çokca sikke ve bir kaç tane yazıt mevcut (11). Bunlar, kısıtlı da olsa, o zamanın olaylarını belgelendiriyorlar. Sikkelerin çoğunluğu yapıldıkları yeri bildiriyorlar ve tarihlidirler. Sikke tarihleri başlangıçta yerel sayılmalara, ama kısa süre sonra “Araplara göre” belirlenmiş. Muaviyenin Arap sayımına göre 42 (MS 663) yılında Galilede tamir ettirdiği Gadara Ilıcalarında bulunan ve bir haç işaretiyle başlayan bir yazıtta üç tane tarihleme belirtiliyor: Bizansların vergi yılına göre, Şehrin tarihine göre ve “Araplara göre”. Buradan anlaşılan “Araplara göre” birinci yıl 622 yılı olup Güneş Yılına göre sayılıyor.

622 yılı neden bu kadar önemliydi? Bu yıldaki bir Hicret ancak 9. yüzyılın kaynaklarında geçiyor. Daha önceki yıllarda Sasani Kralı Chosrau II Pers İmparatorluğunu genişletebilmişti. Bizans İmparatorluğunun doğu bölgelerini fethetmişti: Fıratın batısında Suriyeyi, Filistin'i, Anadolunun büyük bölümünü, Arap Yarımadasını ve Mısır'ı. Bizans İmparatorluğu artık kendi bölgesinden kovulmuş gözüküyordu. Ama gelişmeler beklenilenden değişik oldu: Genç Bizans Kralı Heraklios 622 yılında Perslere karşı beklenilmeyen bir zafer kazandı. Bu Sasani Krallığının kısa süreli olmasına neden olan diğer askeri başarıların başlangıcıydı.

Hearklios bu zaferi, kendi tarafına çekebildiği, hem batı Suriye hem de İran Krallığında uzun süredir yerleşik Araplardan oluşan birliklerlerin yardımıyla kazanmıştı. Bu başarısına rağmen, tekrar ele geçirdiği bu eski roma bölgelerini direk olarak kendi hükümranlığı altına almadı, bu bölgelerin kontrolünü kendilerini Confoederati (Arapca Quraisch) (Ç.N.: Küreyş) olarak gören Arap yöneticilerine teslim etti. 622 yılı, Roma İmparatorluğunun doğu bölgelerinde başlayarak, Arapların kendi yönetimlerinin ve Arap zaman sayımının başlangıcı oldu.

İkinci bir durağı ise 641 yılı temsil ediyor. İki olay önemliydi: Heraklios tarafından zayıflatılmış olan Pers İmparatorluğu parçalandığından Fıratın doğu tarafında yaşayan Arap kabileleri hükümranlığı ellerine geçirebilmişlerdi. Aynı sene içinde Bizansda Heraklios ölmüş, eşi ve oğlu yeni kral tarafından sakatlanarak sürülmüşlerdi. Heraklios ve ailesine sadık olan eski bizans bölgelerinin Arapları artık kendilerini krala bağlı hissetmeyip bütün hükümranlığı üslendiler.

Bu yeni egemenliğin sembolü olarak 641 yılında ilk sikke çıkarımı başladı. Bu sikkelerin motifleri hristiyanlığın etkisindeydi: Haç, uzun haçlarla krallar veya yanlış anlaşılmaya yer vermeyen başka semboller. Anlaşılan o ki, yeni semboller kullanmak için neden yoktu.(12). Önce doğuda daha sonra eski Pers İmparatorluğunda hüküm süren Arap kralı Muaviyeydi ilk hükümdardı. Bir hıristiyan devlet başkanı. Hangi hıristiyanlık akımına bağlı olduğu bilinmiyor. Toleranslı birisi olması gerek. Çünkü Suriye hıristiyanları tarafından da övülüyordu. Doğu Suriye Patriği İsoyaw III (ölümü 659) “Din huzur içinde ve çiçek açıyor.”(13) diyordu.

Şimdiye dek bilinen ve üzerinde MHMT yazan ilk sikke “Araplara göre” 38 yılında (MS 659), Mezopotamyanın uzak doğusunda bastırıldı. Bu günden sonra bu parolayla çıkarılmış sikkeler, hem coğrafya olarak hem zaman olarak doğudan batıya yayıldılar. Anlaşıldığına göre, geleceğin Abdulmelik'inin geçeceği rota üzerinde, doğudan başlayıp Mezopotamya'da, Filistin'de ve Kudüs'de bastırılmaya başlandı. Batıya geldiğinde, göze çarpan yerinde MHMT yazan çok dilli sikkelerin kenarlarında muhammad açılımı yer almaya başladı. Kısa süre sonra ise MHMT yerini muhammad’a bıraktı.

Kim bu muhammad?(14) Arapca “yüceltilen/övülen (benedictus) veya “yüceltilesi/övülesi” anlamına geliyor. Hıristiyan sikke motiflerinde İsa için kullanılan bir sıfat. Bu anlama tarzı 691 yılında Abdulmelik tarafından yaptırılmış olan Kubbetüs Sahra’nın (Ç.N:: Kaya Kubbesi) yine kendisi tarafından içine yerleştirtilmiş olan yazıt tarfından da destekleniyor. Bu yazıt tek ve benzersiz Tanrıya şahitlikle başlıyor ve eski Hristiyanlık inancı çerçevinde devam ediyor; “Övülesi (muhamad[un]) Tanrı kulu/hizmetcisi (‘abd allah) ve onun elçisi (...). Çünkü mesih İsa, Meryemin oğlu, Tanrının elçisi ve sözüdür.” İsanın Tanrı Oğulluğu reddediliyor(15). Bu; Kuranın önermesine de denk geliyor.

Kubbetüs Sahranın içi düzlenmemiş. Ziyon Dağındaki kayanın tepesini çatı gibi örtüyor. Bu ise; Suriye teolojisinde, mesela Aphrahata göre (ölümü 345) bir İsa sembolüdür: “Şimdi kaya üzerinde belirtilen dine ve kaya üzerine kurulu binaya kulak verin(...). İsa, peygamberler tarafından kaya diye adlandırılan (...).(16)” Artık Abdulmelikin sikkelerindki haç motifleri yerini kaya gibi İsa motiflerine terketmeye başladı; Bizans ve Suriye hıristiyanlarından farklı olan bir Arap krallığı işareti/sembolü.

Muhammad terimi başlangıçta, - tıpkı ‘abdallah sıfatı (Tanrının kulu/hizmetcisi), peygamber, elçi, mesih terimleri gibi – bir hristiyan ünvanıydı. Daha sonraları mumammad temsil ettiği İsa'dan koptu, ayrıldı. Bu iki diğer gelişme ile de gözetlenebilir: 707/708 yıllarında Şamda yapılan Emevi Camisi (Ç.N.: Mescid-el-Emeviyye) ve 756 yılında Medinede kurulan Kutsal Mabedin yazıtları Kubbetüs Sahranınki ile formal olarak benzer yapıdadır: Tek olan Tanrı övüldükden sonra, muhammada, Tanrının kulu/hizmetcisine ve elçisine şehadet edilir. Ama Kubbetüs Sahrada olduğu gibi İsa, Meryemin oğlu, açıkca anılmaz. Oralardaki formüle etmeler, Kudüsdeki teolojiyle benzer olsa da, direk İsa ile ilişkili değildir. Benzer olgu sikkelerde de mevcuttur. Onların kaya sembolleri, mesela haç işaretlerinde olduğu gibi, artık açıkca hristiyanlık olarak göze çarpmıyordu. Muhammad'ın mihenk noktası artık yoktur. İzole edilmiş bu terim artık, yeni “materyal” ile doldurulabilinirdi.

O, ilk olarak 8. yüzyılın ilk yarısında, bir arap peygamberi görünümde tarihleştirildi. En eski kaynak olarak Şamlı Johannes bir yalancı peygamber Ma(ch)medden bahsediyor. Daha sonraları, 9. yüzyılda, yine bir hıristiyan ünvanı olan ‘abdallah, Tanrının kulu/hizmetcisi, Muhammedin babası olarak tarihleştirildi: Abdullahın oğlu Muhammed. Bu zamanda başlangıç olayları da Arapların etnik yurdu olan Arap Yarımadasına kaydırıldı(17). Bu konuda yardımcı olan bir olgu da, Kuran materyalleriyle direk bağlantısı olduğu halde, artık çoktanberi mevcut olmayan Mezopotamyanın Arabiya Krallığı veya Bizansın provencia Arabiası ve fakat Kuran’ın bu bağlantıyı anımsar olmasıydı.

Muhammad hıristiyanlığı ve Kuran hareketinin başlangıcı , sikkelerin şahitliğine bakıldığında, Mezopotamyanın uzak doğusundan kaynaklanıyor. Buna temeli Eski Suriyece ( Aramca) olan sözlerin/önermelerin yazı şekilleri de işaret ediyor.

8. yüzyılın ikinci yarısından 9. yüzyılın başına kadar geçen zaman için de kaynaklar az.Bir çok bölgede zaman zaman gevşek olsa da Arap Egemenliği artık yerleşiyor. Sikkelerin ve yazıtların üzerindeki semboller apokaliptik programlardan çıkmış izlenimi veriyorlar. Buna paralel olarak, günlerin bittiğinde ortaya çıkacak olan kurtarıcıyı (İsa?) atıflayan hıristiyanlıkdan motiflenmiş mehdi düşünceleri ortaya çıkıyor. 9. yüzyıl literatüründe sayılan, fakat sikkeler tarafından desteklenmeyen, mesihi adlandırmalar halifelerin isimleri olarak yorumlanıyor. Bu sembolik terimler kişi isimleri mi yoksa bu isimlendirmelerin arkasında anonim hükümdarlar mı yatıyor? 8. yüzyılın sonunda ilk olarak Mekke göze çarpıyor. Mekkede yapılan ilk sikke hicri 203 tarihli. Peşinden hicri 249 ve 253 tarihliler geliyor. Nihayet bu zaman civarında İslam kendi ayakları üzerinde duran bir din olarak ortaya çıkıyor ve daha önceleri Panteteuchun (Ç.N.: Musaya atfedilen 5 kitap) yazarlarının İran tarihinin araçları ile ayrıntılı bir şekilde yaptıkları gibi, kendisini daha eskilerde çıkmış gibi gösteriyor(18). Bu zamanda yapılan okullar da da Perslerin geleneklerini andırıyor(19).

Kuran Hakkında Birkaç Not

Tarihi belirlenmiş en eski tam teşkil Kuran 870 yılından kalma. Ama, çoğu 8. yüzyılın ikinci yarısından kalma parçalar halinde el yazmaları da mevcut. Bu parçalar, sure sıralamasındaki değişiklikleri ve bazı diğer özellikleriyle, Kuranın bu zaman içinde henüz tamamlanmamış olduğunu gösteriyor. Herşeyden önce ama, “defektif” diye anılan şekilde yazılmış : Bütün Sami yazılarında olduğu gibi sesli harfler mevcut değil, bunlardan ayrı olarak sessiz harfler de tek anlamlı değiller. Arapca 28 tane sessiz harf tanıyor ama, bunların sadece yedi tanesi yanlış anlaşılmayacak harf işaretine sahip. Diğer bütün sessiz harfler çok anlamlı olup anlamına ancak seslendirme işaretleri ile karar veriliyor; üstüne veya altına konulan birden üçe kadar noktalarla. Eski el yazmalarında sesli harfler bulunmadığı gibi hemen hiç seslendirme işaretleri de mevcut değil. Bazı harflar iki ile beş arasında anlamlara gelebiliyor. Mesela r veya g, r veya z, b veya t gibi. Yazının okunması ve tabi anlamı bir çok yerde belirsiz oluyor. Ancak 9. yüzyıl süresinde bu yazılara seslendirme işaretleri ve sesli harfler eklendiler(20).

Her şeyden önce Christoph Luxemberg'in dil bilgisi temelinde yaptığı araştırmalar şimdiki Kuranın Eski Suriyece ve Arapcanın eşit yoğunlukda kullanıldığı bir bölgede yazılmış olduğunu gösterdi. Arapca yazılmış Suriyece sözler olarak okunduğunda Kurandaki bir çok muğlak anlamlı noktalar anlam kazanıyordu. Böylece Kurandan, tamamen yeni ve çoğunlukla Hristiyanlığa dayanan önermeler ortaya ortaya çıkıyordu.


Christoph Luxemberg yeni çalışmaları – ampirik denilecek kadar – Kuranın Arapca yazılmış halinin temelini Suriyece alfabesi oluşturduğunu gösteriyor(22). Suriyece ve Arapca yazılarda kullanılan birbirine benzeyen fakat farklı sessiz harflerin el yazmalarında birbiriyle karıştırılmış olabileceğini de göz önüne alarak, kopyalama hatalarının mevcut olduğunu gösteriyor. Ancak bu birbirine karıştırma hataları düzeltiğinde anlam ifade eden kelimelerle okumak mümkün oluyor.

Bu bilgi, teolojik ve nümizmatik araştırma sonuçlarıyla birleştiririldiğinde, Doğu İrandaki eski Suriye cemaatının, çerçevesi henüz tam belli olmayan bir Kuran önermeleri/sözleri kataloğu oluşturduğu anlaşılıyor. Bu önermelerin görevi Tevrat ve Evangelizmi yorumlamak ve benzerliklerini (islam) göstermek olsa gerekdi. Jan M.F. Van Reet’e göre bu görev için Doğu Suriye Teolojisi Okullarında özel öğretmenler dahi vardı(23).


Bu Kuran Sözleri, artık Arapca dilli hristiyanlar tarafından, batıya getirildi ve Abdulmelik ve peşinden gelen Velid'in zamanında, eski Suriyece-Arapca karışımı bir dille , ama Arapca yazısıyla yazıldı. Nihayet son aşamada, defektif yazılmış olan Kurana, muhtemelen ek önermeler/sözlerle, 9. yüzyılın sonlarına kadar sesli harfler ve seslendirme işaretleri eklendi (“Plene Yazma Stili”). Fazla bir değişikliğe uğramayan alfabe işaretlerinin (rasm) yorumu artık İslam anlayının etkisindeydi. Kuran bu son aşamasında, “arkeolojisi ve anlaşılmayan bazı yerleri göz ardı edildiğinde, artık bir İslam kitabıdır.

Geri dönüp baktığımzda; eş zamanlı kaynaklar göze alındığında ortaya çıkan görüşler göre, çok sayıda geleneksel pozisyonun/görüşün düzeltilmesi gerektiği, bunların İslam Bilimlerinde tartışılması gerektiği ortaya çıkıyor. Başlangıcın tarihi şartlarının göz önüne alınması, dogmaların gevşemesi ve moderne doğru atılması gereken bir adım anlamında, bilinçlenmenin Hıristiyanlığa etkisinde görüldüğü gibi, gerekli bir şans kapısı açabilir.

Kaynaklar: 

1 Hans Zirker, Christentum und Islam. Theologische Verwandtschaft und Konkurrenz, Düsseldorf 1989, S. 79.
2 Rudi Paret, Vorwort, in: Der Koran. Übers. und hrsg. von Rudi Paret, Stuttgart-Berlin-Köln-Mainz (1979), 20049, S. 5.
3 Carl Heinrich Becker, Grundsätzliches zur Leben-Mohammed-Forschung, in: Ders., Islamstudien. Vom Werden und Wesen der islamischen Welt, Bd. 1, Leipzig 1924, S. 520f.
4 Josef van Ess, Theologie und Gesellschaft im 2. und 3. Jahrhundert Hidschra. Eine Geschichte des religiösen Denkens im frühen Islam, Berlin, Bd. 1: New York 1991, Vorwort VIII.
5 Vgl. zu diesem Fragenkomplex Karl-Heinz Ohlig, Hinweise auf eine neue Religion in der christlichen Literatur "unter islamischer Herrschaft", in: Ders. (Hrsg.), Der frühe Islam. Eine historisch-kritische Rekonstruktion anhand zeitgenössischer Quellen, Berlin 2007, S. 223 - 325.
6 Vgl. Ders., Ein Gott in drei Personen? Vom Vater Jesu zum Mysterium' der Trinität, Mainz-Luzern 20002, S. 40f.
7 Paul von Samosata, Aus dem Hymenäusbrief, in: Friedrich Loofs, Paulus von Samosata. Eine Untersuchung zur altkirchlichen Literatur- und Dogmengeschichte, Leipzig 1924, S. 324.
8 Ders., Fragmente aus dem Synodalbrief, 5, in: F.Loofs,ebd., S. 331.
9 Aphrahatis Sapientis Persae Demonstrationes 17, 3.4. Deutsch in: Aphrahat, Unterweisungen, aus dem Syrischen übersetzt und eingeleitet von Peter Bruns (Fontes Christiani, Bd. 5.1), Freiburg-Basel-Wien u.a. 1991, S. 419f.
10 Vgl. Erich Kettenhofen, Deportations II. In the Parthian and Sasanian Periods, in: Eshan Yarstater (Ed.), Encylopaedia Iranica, Vol. VII, Fascicle 3, Costa Mesa, Cal. 1994, S. 298 - 308.
11 Vgl. zum Folgenden vor allem: Volker Popp, Die frühe Islamgeschichte nach inschriftlichen und numismatischen Zeugnissen, in: Karl-Heinz Ohlig/Gerd-R. Puin (Hrsg.), Die dunklen Anfänge. Neue Forschungen zur Entstehung und frühen Geschichte des Islam, Berlin 20073, S. 16 - 123; Christoph Luxenberg, Neudeutung der arabischen Inschrift im Felsendom zu Jerusalem, in: ebd. S. 124 - 147; Volker Popp, Von Ugarit nach Sâmarrâ. Eine archäologische Reise auf den Spuren Ernst Herzfelds, in: K.-H. Ohlig (Anm. 5), S. 13 - 222.
12 Die These, Münzprägungen seien konservativ und verwendeten alte Symbole weiter, gilt nur innerhalb fortdauernder Traditionszusammenhänge. Hätte es einen ideologischen Bruch - den Wechsel vom Christentum zum Islam - durch islamische Eroberungen gegeben, wären die Münzen anders, im Sinne der neuen Religion, gestaltet worden.
13 'Iso'yaw patriarachae III. Liber epistularum (CSCO, Vol. 12, Scriptores Syri II, tomus 12), S. 172.
14 Vgl. zu Folgendem Karl-Heinz Ohlig, Vom muhammad Jesus zum Propheten der Araber. Die Historisierung eines christologischen Prädikats, in: Ders. (Anm. 5), S. 327 - 376.
15 Ich beziehe mich auf die Dokumentation und Übersetzung der Inschrift von Christoph Luxenberg, Neudeutung der arabischen Inschrift im Felsendom zu Jerusalem, in: K.-H. Ohlig/G.-R. Puin (Anm. 11), S. 124 - 147.
16 Aphrahat (Anm.9). Er führt noch viele alttestamentliche Stellen an, in den von Stein/Fels die Rede ist; alle diese Stellen deutet er christologisch.
17 So auch Patricia Crone, What do we actually knowabout Mohammad?, www.openDemocracy.net (31.8.2006). Sie nimmt allerdings fälschlich die Gegend um das Tote Meer als Entstehungsort des Islam an.
18 Vgl. Ignaz Goldziher, Islam und Parsismus (Islamisme et Parsisme), deutsch in: K.-H. Ohlig (Anm. 5), S. 418.
19 Vgl. I. Goldziher, ebd., S. 419f.
20 Vgl. Karl-Heinz Ohlig, Weltreligion Islam. Eine Einführung, Mainz - Luzern 2000, S. 60 - 67.
21 Vgl. Christoph Luxenberg, Die syro-aramäische Lesart des Koran. Ein Beitrag zur Entschlüsselung der Koransprache, Berlin 20073.
22 Vgl. Ders., Relikte syro-aramäischer Buchstaben in frühen Korankodizes im higasi- und kufi-Duktus, in: K.-H. Ohlig (Anm. 5), S. 377 - 414.
23 Vgl. Jan M. F. Van Reet, Le coran et ses scribes, in: Acta Orientalia Belgica (hrsg. von C. Cannuyer), XIX: Les scribes et la transmission du savoir (volume édité par C. Cannuyer), Brüssel 2006, S. 67 - 81.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder